FİLİPİNLER - Ağustos 2010

on



1. Gün - Cebu


Sabah 9 sularında varıyoruz Cebu şehrine. Havaalanına indiğimiz saatlerde Filipinler’in daha önce bulunduğumuz Endonezya’ya göre daha gelişmiş, modern, eğlenceli bir yer olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Ancak böyle düşünmek için biraz acele ettiğimizi çok geçmeden anlıyoruz. Zira şehir merkezindeki manzara korkunç. Dilenen çocuklar, yarı çıplak insanlar yerlerde yatıyor, belli ki evleri de buralar. Tüm market ve mağazalarda (ufacık dükkanlarda bile) birden çok güvenlik görevlisi var. Kaldırımlar seyyar satıcılarla dolu. Bunlarla birlikte çevre kirliliği ve yerlerdeki insanlar yüzünden kaldırımlarda yürümek de zor. İnternette yazan birçok güzel yorumdan sonra bu görüntüler çok şaşırtıyor bizi. 


Kaldırımda yaşayan, yolda yemeğini pişiren bir adam

Cebu sokakları

Bir otel bulup eşyalarımızı bırakıyor ve biraz dolaşmak için çıkıyoruz. Şehrin en merkezi yerinde bir anıt içerisinde Magellan Haçı bulunuyor. Magellan 1521 yılında Filipinler'i keşfedip Cebu şehrine ulaştığı zaman bir haç hediye etmiş. İyi ki de yapmış, bu haç da olmasa şehirde görülecek hiç bir şey kalmayacakmış. Bu arada ünlü kâşif Magellan için Cebu şehri dramatik bir yere sahip. Zira buradaki topluluklardan birisinin lideri olan Lapu Lapu ile Cebu yakınlarındaki Mactan'da giriştiği savaşta aldığı bir mızrak darbesiyle hayatını kaybetmiş Magellan. Şimdilerde Magellan'ın ismi şehir meydanındaki devasa haçta, Lapu Lapu'nun ismi ise bir ada ve bir balık çeşidinde yaşıyor Filipinler'de. Lapu Lapu'nun derdi ne imiş Magellan'la diye soracak olursanız; Hristiyanlığı kabul etmek istememiş..



Magellan haçı (Magellan's Cross)

Bu şehri pek sevmediğimizi söylememize gerek yok herhalde, fazla kalmaya da niyetimiz yok. O yüzden Pier1’e giderek yarın için Bohol adasına gidecek feribottan bilet alıyoruz. O arada Tourist Information ararken yolumuz bir şekilde karakola düşüyor yer sormak için. Oradaki polis bize çok yardımcı oluyor. Bugünü nerede geçirelim, güzel plaj var mı diye soruyoruz. Lapu Lapu adasında Banio plajı var çok güzeldir, oraya gidin diyor. Lapu Lapu adasına giden feribot Pier3’den kalkıyormuş, orası nerede diye sorunca ben sizi bırakayım diyor. Peki diyoruz, ama dışarı çıkınca anlıyoruz ki polis arabasıyla bırakacak. Çaresiz kabul ediyoruz, suçluları taşıdıkları kamyonetin “suçlu” mahalline yani kasasına oturarak kısa da olsa değişik bir yolculuk yapıyoruz. Yol yakın zaten, kısa sürüyor, birkaç dakika. Vedalaşıp ayrılıyoruz ilk polis arabası deneyimimizden, dileriz tekrarı olmaz. 

Polis arabasının arkasındaki kafeste

Lapu Lapu adasına vardıktan sonra yeri hiç bilmediğimizden sora sora bulacağız. Gitmek istediğimiz yerin yani plajın adını söyleyince herkes şaşırıyor, pek bilmiyorlar. Durum böyle olunca biz de işkilleniyoruz ama buraya kadar geldik artık, geri dönmek olmaz. Etrafta her zamanki koyu gri duman, pis hava var. Güzel bir plaj nasıl yakında olabilir pek anlamıyoruz gerçekten. Neyse limandan bir jeepney’e biniyoruz. Jeepney’ler bildiğimiz kamyonet aslında, yolcular kasaya biniyorlar, üstü kapalı, yanlar açık, son derece havadar. İnmek için öpücük sesi çıkartıyorsunuz. Parayı da inince şoförün yanına gidip veriyorsunuz. 

Jeepney bizdeki dolmuşun "havadar" versiyonu

Jeepney’den inince bir de triportöre binmemiz gerekiyor, epey daha gidiyoruz, binalar bitiyor, gecekondular başlıyor, çok fakir yerlerden geçiyoruz, ve tedirginliğimiz iyiden iyiye artıyor, sonunda Banio denen plaja ulaşıyoruz, üstelik girişi paralı. Parayı verip giriyoruz, o manzara hala dün gibi aklımda. Zivt gibi kapkara bir plaj, plaj bile denemez aslında, bildiğimiz çamur. Ama insanlar bu çamura giriyorlar, piknik yapıp oturuyorlar. Tabi biz yaklaşınca tüm gözler bize çevriliyor, buranın bize göre olmadığını anlamamız uzun sürmüyor. Hemen geri çıkıp geldiğimiz şekilde geri dönüyoruz. Tabi bize burayı tarif eden sevecen polis memurunu dönüşte epeyce anmadan geçmiyoruz. Bu kadar ününe rağmen bu Cebu şehri nasıl bilinenden bu kadar farklı inanılır gibi değil. Sonra ki duraklarımız için gidince yer aramak istemiyoruz, bugünden ayarlamak için erkenden otele dönüp Bohol, Boracay, Manila duraklarımız için gerekli ayarlamaları yapıyoruz. Yarın sabah 9:30’da feribotla Bohol adasına gidiyor olacağız.

2. Gün - Cebu -> Bohol


Artık jetlag’e iyice alışmış bedenlerimiz sabah 8de rahatça uyanıyor. Otelde verilen ve artık bu gezinin vazgeçilmezi olan tost ekmeği, tereyağı ve reçelden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra Superferry’ye binmek için Pier1’e gidiyoruz. Uçağa biner gibi önce check-in yaptırıp koltuk numarası almak gerekiyor. İşlemleri yapıp feribota biniyoruz, gidiş dönüş 15 lira gibi cüzi bir para verip klima olmayan açık hava kısmından yerimizi almıştık. Yolculuk 2 saat sürüyor. Rahat sayılabilecek bir yolculuktan sonra Bohol - Tagbilaran limanına ulaşıyoruz. Dönüş biletimizi ve ertesi gün yapacağımız Bohol adası gezisini ayarlayıp otelimize geçiyoruz. Ada halkının durumu, Cebu’ya kıyasla çok daha iyi görünüyor. Bohol’ün en güzel plajının Alona Beach olduğunu okumuştuk, o yüzden otelimiz de Alona’ya 200 metre mesafede. Dünyaca ünlü bu plaja gitmek için sabırsızlanıyoruz, ancak bu plaj da bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Beyaz kumlu olduğu doğru ancak sahil yosunla dolu, deniz berrak değil. Yüzme girişimlerimiz başarısızlıkla sonuçlanıyor. 

Panglao'da kaldığımız otelin bahçesi
Alone Beach, Panglao, Bohol adası


Etrafta tekneler görüyoruz, yakındaki adalara tur yapabileceklerini düşünüp yaklaşıyoruz. Sonunda Virgin Island ve Balicasag adaları için yaklaşık 60 liraya anlaşıyoruz. İlk durak Virgin Island; tam bir cennet görüntüsü, çok küçük bir ada, üzeri palmiye ağaçlarıyla, etrafı beyaz kumlarla kaplı. Malesef etrafını çeviren su çok sığ ve otlarla kaplı olduğundan denize girmek pek mümkün değil. Ada civarında su öylesine sığ ki buradaki tekneler de buna göre özel olarak yapılmış, bir hayli yayvan ve çok az bir kısmı suya batıyor. Buna rağmen bazı yerlerde motoru durdurup küreklerle hareket ettiriyorlar. Derinlik bazen 30 santimetreye kadar iniyor, ve dipte onlarca kırmızı renkte deniz yıldızı görüyoruz.

Virgin Island



Sonraki durağımız Balicasag. Teknemiz kıyıya yaklaşık 100 metre uzaklıkta duruyor. Buraya vardığımızda anlıyoruz gerçekten Filipinler’e geldiğimizi. Snorkelleri taktığımız gibi atlıyoruz berrak denize. Deniz altı akvaryum gibi tıpkı. Binbir çeşit deniz bitkileri, rengarenk balıklar, deniz yıldızları bizlere sanki belgesel izliyoruz hissi uyandırıyor. Tam 1 saat snorkelle denizde dolanıp yüzdükten sonra dönüşe başlıyoruz. 

Balicasag

Akşam üzeri altı sularında Alona Beach’e döndüğümüzde sahile dizilmiş masalarıyla güzel bir görüntü oluşturan balık lokantaları karşılıyor bizleri. Otelde duşlarımızı alıp bu lokantaları gezmeye başlıyoruz. En popüler balık Lapu Lapu. Fiyatları da 7-8 liradan 35-40 liraya kadar çıkıyor. 1 Lapu Lapu, 1 rabbit fish alıyoruz. Ancak tadları çok da hoşumuza gitmiyor. Buradaki balıkları bir türlü sevemedik, bu balıklar da biraz sert, tatsız geliyor. Ancak yiyoruz, çünkü o kadar para verdik, ve açız :) Yemeğin ardından sahilde tekrar dolaşmaya başlayıp açık havada, sahilde canlı müzik yapan bir gruba rastlıyoruz. Bizi anında içine çeken bir müzik. U2, Queen, Nirvana çalıyorlar, mest olmuş vaziyette saatlerce dinliyoruz. Işıl ışıl olan plajın ışıkları teker teker sönmeye başlarken biz de istemeye istemeye ayrılıyoruz plajdan. Alona kumsalında, Panglao adasında, Bohol yakınında, Filipinlerdeyiz.

Alona Beach, akşam üzeri, masalar hazırlanmış

Alona Beach, kumsalda ışıklandırılmış restoranlardan birisi

Filipinler'de balıklar da renkli


3. Gün - Bohol


Sabah tur onbirde başlayacak, o zamana kadar sahile iniyoruz. Sahil yine yosunlu ancak bu sefer deniz daha berrak. En azından açılıp yüzebiliyoruz. Saat onbir olmadan şoförümüz gelmiş, bu tur için 90 liraya anlaşmıştık. Onbirden akşam beşe kadar sürecek. Buradan, yani Panglao’dan alacak, akşamsa Tagbilaran’a bırakacak. İlk durak Loboc’ta tarsier denilen hayvanların tutulduğu yerler. Tarsier, sadece bu adada yaşayan ve en küçük primat olduğu söylenen bir hayvan. Burada kafeste tutulduğundan pek görmek istemiyoruz ancak başka türlü görme şansımız olmadığından mecbur kalıyoruz. Bu hayvanlar doğadan alınıp bu kafeslerde yaşamaya zorlandığından nesilleri tehlike altında. Gerçekten kötü koşullardalar, ancak çok ama çok güzeller. 

Tarsier

Ardından Loboc nehrinde büyük bir tekneyle bir gezinti ve bu gezinti eşliğinde yenen açık büfe bir yemek bizleri bekliyor. Biraz pahalı, yemekler de çok güzel değil ancak bu tropikal adadaki bu nehirde gezi doyumsuz. Bindiğimiz bot bir yerde duruyor ve yerliler (yaklaşık 30 kişiler) yerel şarkılar söyleyip dans etmeye başlıyorlar; çok keyifli. 

Loboc nehri, yemekli teknelerden biri

Nehir kenarında gösteri yapan bir yerli grup

Tekneyle başladığımız yere dönüyoruz, sonra ki durak Bohol adasına asıl geliş nedenimiz olan dünyaca meşhur Çikolata tepeleri, nâm-ı değer Chocolate Hills. Yarım küreye benzeyen şekilleri nedeniyle bir Amerikalı çikolata markasının ürettiği çikolatalara benzediği için bu isim verilmiş. 1268 tane bu şekilde tepe olduğunu söyledi rehber. Turistler için "düzenlenen" bir tanesinin tepesine çıkıp etraftaki yüzlerce benzer tepeciği izleyebiliyorsunuz. Bu tepelerin nasıl oluştuğunu bilim adamları hala net olarak açıklayamıyorlarmış. Zira tamamen düz bir alanda bulunan, birbirine çok benzeyen, şekilleri neredeyse yarım küre gibi olan, üzerleri tamamen ağaçlarla kaplı yüzlerce tepecik mevcut. Bu tura para vermeden bu tepeleri gezmek isterseniz Tagbilaran otobüs terminalinden Carmen otobüslerine binmeniz gerekiyor. Otobüsler açık hava denilen cinsten, biraz kalabalık ve biraz da sıcak haliyle, haberiniz olsun. Tepesine çıktığımız çikolata tepesinden onlarca fotoğraf çekip türlü maymunluklar yaptıktan sonra dönüşe geçiyoruz.

Çikolata tepeleri

Türlü maymunluktan yalnızca biri

Dönüşte ilk olarak man-made forest denilen yerde duraklıyoruz. İnsan yapımı, çok sık, çok yüksek ağaçlar güneş ışığının yola düşmesini engelliyor. Ortam neredeyse karanlık, kasvetli, nemli. Ormanın içine biraz girdiğimizde 2 kediyle karşılaşıyoruz, ormanda kedi görmek son beklediğimiz şey. Yakın olduğumuz halde kaçmayıp bize bakıyorlar soran gözlerle. Rahatsız ettiğimiz için özür dileyip uzaklaşıyoruz. Son istasyon nehrin üzerinde bir yaya köprüsü. Tamamen bambulardan yapılmış ve her adımınızda sallanıyor. Nehirden yüksekliği 5 metre kadar, her yer ağaçlarla kaplı, güzel bir görüntü. 



Dönüş yolu 1 saat kadar sürüyor. Dönüşte şoförümüz bizi Sill Inn diye bir otele getiriyor Tagbilaran’da. Paramızın bir kısmı komisyona gidiyordur herhalde ama bu sıcak havada yer aramak istemiyoruz. Eşyalarımızı bırakıp biraz gezinti, yemek, internet, alışveriş gibi ihtiyaçlarımız için dışarı çıkıyoruz. Yarın sabah 7:05 feribotuyla Cebu’ya geçip 12:30’daki Caticlan(Boracay) uçuşunu bekleyeceğiz.

4. Gün - Bohol -> Cebu -> Caticlan -> Boracay


Sabah erkenden kalkıp limana geldik, yolculuk yine keyifli, çünkü ne tarafa dönseniz bir ada çıkıyor karşınıza. İki saat sonra Cebu’dayız. Vakit kaybetmeden havaalanına gidiyoruz. Cebu - Caticlan uçuşu bir saatten az sürüyor. bir saate yakın gecikmeyle kalkan uçağımız üç sularında Caticlan’a ulaştırıyor bizi. Burası çok küçük bir havaalanı, pisti de kısa olduğundan yalnızca küçük jetler uçuyor. 

Caticlan Havaalanı

Beş dakikalık bir yürüyüşle havaalanından, Boracay botlarının kalktığı limana geliyoruz. 1.5 lira bilet, 3 lira çevre vergisi, 2 lira da işletim vergisi vererek bota biniyoruz. Altı üstü beş altı lira para almak için fazlaca gereksiz prosedür sanki. On dakikalık kısa bir yolculuğun ardından Boracay limanına ulaşıyoruz, oradan da tuttuğumuz bir tricycle ile ikinci istasyona gidiyoruz. White Beach’in en merkezi yeri 2. istasyon ve her yere yakın ama doğal olarak daha kalabalık ve kirli. 42 liraya bulduğumuz sıradan bir otel odasına eşyalarımızı bırakıp yüz metre ilerideki sahile gidiyoruz. Boracay, çok küçük bir ada olmasına karşın otelleri, restoranları, alışveriş imkanları bir hayli gelişmiş. Bu gelişimini büyük ölçüde dünyaca ünlü White Beach’e borçlu. Plajı ve denizi görünce büyüleniyoruz. Bembeyaz kumlar, berrak deniz, tropik ağaçlar müthiş bir bütünlük içinde gözlerimizin önünde uzanıyor. Deniz çok yavaş derinleşiyor, su sıcaklığı çok ideal ve ıslak sezonda olmamıza karşın hava da çok güzel. Denizin, plajın tadını çıkarıp, white beach’i boydan boya geziyoruz. Özellikle bu mevsimdeki şiddetli rüzgardan yararlanan yelkenler sahil boyunca sıralanarak rengarenk görüntüler oluşturuyorlar.


White Beach, Boracay Adası

Akşam burada da plaja sandalyeler, masalar konuluyor, palmiye ağaçları ışıklandırılıyor ve kumsal bir anda yeryüzünün en romantik akşamlarından birini sunuyor bizlere. İki "normal" erkek olarak bu romantizmden yeterince faydalandığımızı söylersek kendimize haksızlık etmiş oluruz :)) Balıklar Panglao adasındakilerden çok da farklı değil, o yüzden akşam yemeğini bir Moğol restoranında yiyoruz. Bir miktar sahildeki sayısız canlı müzik mekanlarında dolaştıktan sonra otelimize dönüyoruz.


Boracay'dan akşam manzaraları



5. Gün - Boracay-> Caticlan -> Manila


Sabah uyanıp havanın kapalı olduğunu gördüğümüzde biraz endişeleniyoruz, çünkü bu aylarda adada sık sık tayfunların görüldüğünü okumuştuk. Zira bir bot yolculuğu yapıp havaalanına ulaşmak ve ardından da küçük bir jetle Manila’ya uçmak bugünkü planlarımız arasında. Havanın açacağı umuduyla sabah erkenden sahile iniyoruz. Onbire kadar sahilde kalmak istiyoruz ancak saat 10 gibi yağmur atıştırmaya başlayınca bir an önce otele dönüp hazırlanmaya karar veriyoruz. Zira özellikle bot yolculuğu yağmur ve fırtınada riskli olabilir, bot iptal edilirse uçağa da yetişemeyiz. Duştayken bastırıyor sağanak yağmur, gürültüyü duymamak imkansız. Bu yağmurda botun kalkması mümkün değil. Daha sabah denize girdiğimiz bu cennet adaya tam bir saat boyunca bardaktan boşanırcasına yağan yağmur hız kesince biz de hızla ayrılıyoruz otelden. Kahvaltı yaptığımız kafe sahibi bizim için bot şirketini arıyor ve seferlerin devam ettiğini öğrenerek rahatlıyoruz. Geldiğimiz şekilde limandan bota biniyoruz, ufak bir bot olmasına karşın bir televizyon var içinde, ancak gelirken de giderken de aynı film başlatılıyor kalkışla birlikte. Fakat ilginç olan şu ki bot yolculuğu sadece 10 dakika kadar sürüyor, neden bu filmin ilk 10 dakikası gösteriliyor pek anlam veremiyoruz. Kısa süre sonra Caticlan’dayız, zaten ufak bir yer havaalanı da limana çok yakın, hafifçe yağan yağmur altında güzel bir yürüyüşle varıyoruz alana. Uçuşumuz için epey erken geldiğimizden bir önceki uçağa aldırıyoruz uçuşumuzu, zaten o da yaklaşık 1buçuk saat gecikmeli kalkıyor, artık bizim için sıradan bir durum bu Filipinler’de. Boracay - Manila uçuşu güzel bir yolculuk çünkü 7000’den fazla adadan oluşan bir ada ülkesi olan Filipinler’i yukarıdan izlemek çok keyifli.

Manila gökdelenleri, rezidansları ve alışveriş merkezleriyle gelişmiş bir şehir imajı verirken, başınızı gökyüzünden yere indirdiğinizde aynı çirkin trafik, gürültü, kirlilik, seyyar satıcılar ve mutlak bir fakirlik göze çarpıyor. Akşam yemeğinden sonra Filipinler gezimizin son gününe hazırlanmak için Ermita bölgesinde tuttuğumuz otelimize doğru yollanıyoruz. Her yer strip barlarla dolu, yolda kolumuza yapışan vücut emekçisi kadınlar “You like me” diye soruyorlar. Tanrı bu ülkede güzellik hakkını daha çok doğadan yana kullanmış gibi görünüyor, soruları cevapsız bırakıp otelimize dönüyoruz. Güneydoğu Asya’nın en güzel ülkesinin başkentinde, Manila’da, gezimizin son gecesindeyiz. 

6. Gün - Manila -> Dubai -> İstanbul


Sabah sekiz sularında uyanıp kahvaltımızı malûm menüyle yaptıktan sonra otelden ayrılıyoruz. Hafiften yağmur yağıyor, şehrin Ermita denilen merkezi bir yerinde kaldığımızdan ve zaten böyle bol binalı başkentlerden hoşlanmadığımızdan yürüyerek çevreye sadece bir göz atmak niyetimiz. Ermita’dan kuzeye doğru Intramuros denilen ve İspanyol sömürge zamanından kalan bölgeye gitmek ilk amacımız. Yolda yağmur biraz daha hızlanınca şemsiye satın alarak yolumuza devam etmek durumunda kalıyoruz. Bu tür tropik iklimlere giderken yağmurluk gibi koruyucu giysiler çok da mantıklı değil, çünkü yağmur genellikle kısa sürüyor ve o yağmurluk ıslak haliyle size yük oluyor, o yüzden en güzeli ufalıp çantaya sığabilen bir şemsiye. Yolda Rizal Park çıkıyor karşımıza, bir hayli geniş ve birçok kahramanın heykelleriyle süslü. En büyüğü Magellan’ı ölüme sürükleyen milli kahraman Lapu Lapu’ya ait olan heykel. 

Rizal Park'ta bulunan Lapu Lapu heykeli

Yola devam ederken turistik gezinti için kullanılan bir at arabası sürücüsü bize iki saat sürecek China Town, Intramuros gezintisi için 50 peso yani yalnızca 2 lira teklif ediyor. Emin misin diye sorunca da evet, 50 peso diyor, biz de epey garipsemiş olsak da peki deyip fayton gezimize başlıyoruz. Bizi önce Rizal Park etrafında dolaştırıp sonra Presidential Palace’a götürüyor. Bu esnada Pasig ırmağı üzerinden geçerken 1950’de Amerikalılar tarafından yapılmış çelik bir köprüden geçiyoruz. 



Ardından kalabalığı, keşmekeşiyle dünyanın en büyük Çin mahallelerinden biri olan Manila China Town’u gezdiriyor sürücümüz. Sonra da Manila Katedrali civarında parayı istiyor ve 50 dolar diyor. Böylesi bir saçmalığı tahmin ettiğimizden sakin bir şekilde itiraz ediyoruz, zira teklif ettiğinin neredeyse 50 katı para istiyor. Diyor ki 50 peso ile sadece atla fotoğraf çektirebilirsiniz, 2 saatlik gezi 50 peso olur mu. Bizce de olmaz ama bu parayı teklif eden kendisi, anlaşılan bu şekilde yüzlerce turistten fazladan para almış. Gitgide 50 dolardan düşüyor, 30, 20... Bizse hiç bir şekilde pazarlığa yanaşmıyoruz, gerekirse polisi arayacağımızı söylüyoruz. Bundan sonra bizden fazla para alamayacağını anlaması daha kısa sürüyor ve 50 pesoyu alıp çok sinirli bir şekilde uzaklaşıyor. İki saatlik faytonlu Manila gezisi nasıl 1 dolara yapılır, cevabı bu işte :) Ardından Manila Katedralini ve St. Agustin kilisesini ve civarı dolaştıktan sonra bir taksiyle anlaşıp bizi dünyanın 4. büyük alışveriş merkezi olan SM Asia Mall’a götürmesini istiyoruz. 



Asia Mall gerçekten büyük, tamamını gezmek olanaksız zaten. Ancak fiyatların ve çeşitliliğin Türkiye’den farkı yok, o yüzden alışveriş için gidilmesini önermeyiz. Biraz vakit geçirip biraz erken de olsa havaalanının yolunu tutuyoruz, erken gitmekle iyi yapmışız, çünkü kırk dakika kadar sürmesi gereken otobüs yolculuğu yaklaşık iki saat sürüyor. Bazen biraz aşırı garantici olmanın yararlarını görüyoruz. Ülkeden ayrılırken yaklaşık 17 dolarlık çıkış harcı ödeniyor. Neredeyse bir gün boyunca yolda olacağız, 6 saatlik Dubai beklemesiyle birlikte.

Filipinler, tahmin ettiğimizden, okuduğumuzdan çok farklı çıktı. Hayal bile edilemeyecek fakirliğe karşın insanların yüzünden güleryüz eksik olmuyor. Bu fakirliğe rağmen hiçbir aksi davranışla, ters bakışla, yanlış bir hareketle karşılaşmadan ayrılıyoruz aralarından. Bir çok övgü alan Palawan adasına uğrayamadan, Manila’nın kuzeyindeki Kuzey Luzon denilen dağlık bölgeyi göremeden dönüyoruz. Geri dönüş için nedenimiz kalsın diye...

ÇİN - Ağustos 2012

on

Çin o kadar büyük bir ülke ki, şehirleri ayrı ayrı sayfalarda mı anlatsam diye epey düşündükten sonra uzun da olsa tek bir yayında toplamaya karar verdim. O yüzden çok uzatıp canını sıkmak niyetinde değilim sevgili okur. Çok güzel şehirlere gittik Çin'de ama dediğim gibi ülke öyle büyük ki, yine de tercih yapmak zorunda kaldık. Biz Pekin, Xian, Şangay, Guilin, Yangshuo ve Hong Kong'u ziyaret ettik. Nanjing, Wuhan gibi şehirler ve özellikle de çok methini duyduğumuz Yunnan bölgesi başka bir zamana bırakmak zorunda kaldığımız yerlerden. En az Şangay'ı en çok Yangshuo'yu sevdik. Bu ülkeye gitmişseniz Çin Seddi'nde yürümeden, Terracota savaşçılarını görmeden ve Yulong nehrinde bamboo yapmadan dönmeyin derim.

Vize

Çin vizesi almak kolay değil maalesef. Oysa ki hep aksi düşünülür. Eğer iş için bir fuara veya toplantıya gidiyorsanız evet kolay gerçekten, fakat turistik gezi maksatlı gidiyorsanız bir takım garipliklere kendinizi hazırlayın. Mutlaka bir aracı kurum üzerinden başvuru yapmanız gerekiyor. Birçok aracı kurum, gezmek için gittiğimizi duyunca başvurumuzu almadı. Sonunda bir tane bulduk, pek de güvenemedik aslında ama çaresiz belgeleri ve parayı (yaklaşık 110 usd) verdik ve söz verdikleri gibi vizeyi de 1-2 hafta içinde aldık. Dilerim zaman içinde bu durum düzelir.

Para 

Hemen Çin'e gelmeden önce en çok dikkat etmeniz gereken hususla başlayalım. PARA. Biz giderken nasılsa orada rahatça bozdururuz diye dolar almıştık. Oysa bu ülkenin halâ (bir garip) komünist yönetimde olduğunu atlamışız. Ülkede döviz bürosu diye bir şey yok. Bir tek Bank of China para bozabiliyor, ancak orada da epey sıra beklemeniz gerekebilir. Hiç bir dükkan da dolar kabul etmiyor. O yüzden gelmeden önce yuan almak veya ATMlerden para çekmek gerekiyor. 10 lira civarında bir masrafı var.

Param olmasa da kredi kartım var nasılsa demeyin, zira kredi kardı da yalnızca lüks otellerde, pahalı restoranlarda ve elektronik eşya mağazalarında geçiyor. Küçük otellerde, hostellerde, lokantalarda vs. nakit bulundurmak gerekiyor.

Dil

Neymiş efendim "genç Çinliler İngilizce biliyorlarmış" gibi hikayelere inanmayın. Genç dedikleri daha ilkokul çağında olanlar, diğerleri bilmiyorlar. Dahası siz bir yerin Çince ismini söylediğinizde de anlamıyorlar. Ancak Çincesini gösterdiğinizde anlıyorlar. Bu yüzden yola çıkmadan önce kaldığınız yerin Çince adının, adresinin olduğu bir kart ve gideceğiniz yerin Çince olarak yazılmış adının olduğu bir kartı mutlaka yanınızda taşıyın. Bilinen her şeyin Çincesi farklı. Örneğin İngilizce "dollar" dediğinizde de onlara bir şey ifade etmiyor. Çünkü dolar için Çince bir kelime bulmuşlar. Sırf bunun için çalışan kurumları varmış devletin, yani yeni çıkan yabancı kökenli her kelime için bir Çince karşılık buluyorlar. Örneğin biz Çin Seddi turu için bir kurumla anlaştığımızda parayı dolar olarak ödemek istediğimizi anlatmak için karşımızdaki kişiye "dollar" dedik, o da olur anlamında kafasını salladı, meğer anlamamış. Ertesi gün dolar uzattığımızda şaşırdı, almadı. Sabah sabah ATM aradık, stres yaşadık. Çözüm son derece basit aslında, küçük bir çocukla konuşuyormuş gibi somut düşünmek lazım. Doları anlatmak istiyorsanız cebinizden çıkarıp dolar gösterin.

Ulaşım

Şehir içinde toplu taşıma çok gelişmiş. Büyük şehirler geniş metro ağlarıyla kaplı. Şangay'da bizim olduğumuz sırada 9 metro hattı çalışıyordu, 9 hat ise inşa edilmekteydi. Ancak nüfus o kadar fazla ki bu hatlar da her daim kalabalık. Bir tren duraktan ayrıldıktan sonra daha saniyeler geçmeden bir yenisi istasyona geliyor.

Şehirlerarası yolculuk yapacaksanız MUTLAKA biletinizi gelmeden önce internetten satın alın. Bunu yapan internet siteleri mevcut, yalnız Çince bilen birisiyle almazsanız muhtemelen bilet biraz daha pahalıya gelir. Ama zamanınız kısıtlıysa başka seçeneğiniz yok gibi. Özellikle yataklı biletler çok hızlı tükeniyor. Biz Pekin - Xian seyahatini istediğimizden 1 gün sonraya ve pulman olarak alabildik ve 13 saat boyunca dimdik duran, rahatsız bir koltukta geceyi uyumadan geçirerek seyahat etmek zorunda kaldık. Üstelik bir de ayakta bilet satıyorlar. Yani 13 saat, 17 saat boyunca insanlar ayakta veya yere çömelerek, yere veya bir tabureye oturarak geçirmek zorunda kalıyorlar. Bunları görünce Türkiye'de hayatın ne kadar kolay olduğunu anlıyor insan.
G tipi trenler en hızlı olanlar (300 km/h)
D tipi trenlerin hızları 200 - 300 km/h arasında değişiyor.
Z tipi olanlar ekspress, lüks trenler. Uygun fiyata bilet bulursanız kaçırmayın.
4 rakamlı kodu olan trenlerse en yavaş olanlar. Mutlaka gecikme olur, her durakta dururlar. Çok zorda kalmadıysanız bu trenlerden uzak durmanızı öneririm.

Guilin - Hong Kong seyahatimizi de otobüsle yaptık. Ve otobüs yataklıydı. 17 saatlik tren yolculuğuna ayakta bilet satıyorlar, 8 saatlik otobüs yolculuğunu yataklı yapıyorlar :)) değişik insanlar gerçekten..

Uçak seçeneği de var ancak çok ucuz değil. Biletler 100 dolar civarında. 13 saatlik Pekin - Xian tren yolculuğu bizi fazlaca yorduğundan Xian - Şangay arasını 18 saat sürecek trenle almayı gözümüz yemedi ve uçakla kat ettik bu mesafeyi. Kural şu olmalı: Tren biletlerini mümkün olduğunca erken ve yataklı olanlardan al!

Pekin

Pekin dümdüz ve kocaman bir şehir. Her noktası kalabalık. Her yerde insan var. Şehir merkezinde sakın hızlı olsun diye taksiye binmeyin. Yürümek çok daha hızlı bir opsiyon. Kalacak yeri Tiananmen meydanı, Yasak Şehir yakınlarında örneğin Qianmen bölgesinde seçmenizde yarar var. Böylelikle kalabalık metro hatlarıyla uğraşmak zorunda kalmazsınız.

Tiananmen Meydanı dünyanın en ünlü, en büyük meydanı olma ünvanını fazlasıyla hak ediyor. Dört bir tarafında önemli tarihi binaların bulunduğu, içindeyse Mao'nun mozolesini barındıran devasa bir meydan. Maalesef bu meydan aynı zamanda "scam" ile de ünlü. Yanınıza yaklaşan, gayet güzel İngilizce konuşan, hoş görünüşlü kızlar sizinle normal şekilde sohbete başlayıp bir şekilde sizi bir çay salonuna davet etmeye çalışıyorlar. Bu tuzağa düşerseniz çay salonlarındaki geleneksel seramoniyi izleyip farkında olmadan yüzlerce doları bulan yüksek bir faturayla karşı karşıya kalabilirsiniz. Dikkatli olmakta yarar var.

Tiananmen Meydanı, Qianmen kapısı

SRI LANKA - Temmuz 2009

on

Sri Lanka'ya gitmeye nasıl karar verdiğimizi hatırlamıyorum bile. Zira gitmeye karar verdiğimizde hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Karar verdikten sonra yaptığımız araştırmalarda da çok az şey öğrenebildik. Hindistan'ın güneyinde yüzölçümü olarak bir hayli küçük sayılabilecek bir ada ülkesi imiş. Din, giyiniş, yaşam tarzı olarak kuzey komşusuna çok fazla benzediğinden küçük Hindistan diyenler var. Yakın zamana kadar ülkenin kuzeyinin kontrolünü elinde bulunduran ve Tamil kaplanları diye bilinen örgüt kısa bir süre önce, son devlet başkanının başlattığı operasyonlarda son derece kanlı bir şekilde etkisiz hale getirilmiş. Ancak kuzeyin yine de tehlikeli olduğu söylendiğinden rotamıza dahil etmedik. Ülkenin batısındaki başkent Colombo'dan yola çıkıp önce dini başkent Kandy'ye, oradan dünyanın en büyük budist tapınaklarının bulunduğu Dambulla'ya, ardından yüksek, serin Nuwara Eliya'ya gitmeyi, sonrasında da ülkenin güneyine inip sıcak denizlere ulaşmayı oradan da Colombo'ya dönerek ülkeyi bir baştan bir başa dolaşmış olmayı planlıyoruz. Bu esnada ülkenin güneyindeki ulusal parklardan birine de uğramak istiyoruz. Bunlar kabaca planlar, bir tek Kandy'ye nasıl gideceğimiz ve nerede kalacağımız belli, onun dışındaki yerlere nasıl gideceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yok. Diğer turistler genellikle gelir gelmez haftalığı yaklaşık 200-250 dolar civarına para ödeyerek rehberli bir arabayla dolaşıyorlar halkın arasına karışmadan. Elbet bize göre değil bu.. Biz yerel halkın kullandığı yolları kullanmak istiyoruz.. Fazla uzatmayalım sözü... Siz Türkler nasıl diyorsunuz: "Macera başlasın"  :)

1. Gün

Sri Lanka uçuşumuzu fiyat/performans açısından mantıklı göründüğünden Ürdün'ün Royal Jordanian havayollarından almıştık. Aslında Hindistan, Nepal, Sri Lanka gibi yerlere gidenler genellikle Air Arabia'yı kullanırlar, ancak uygun fiyatlı uçuşlarda ciddi beklemeler vardı, o yüzden biraz daha pahalı olsa da Royal Jordanian'ı tercih ettik. Bu tür düşük bütçeli havayollarının sıkıntısı valizinizin kaybolma ihtimalinin biraz yüksek olması, tabi uçağın düşmesi ihtimali de biraz daha fazla ama o ihtimal yine de az olduğundan çok düşünmüyoruz, neyse böyle kötü şeyler düşünmenin sırası değil şimdi. Hayatımızın en farklı seyahatlerinden birisi başlamak üzere. Ürdün uçağı olunca haliyle Amman aktarması olacak. Ancak yalnızca bir iki saat, o yüzden sıkıntı etmiyoruz. Amman'ı da ancak uçak inerken ve kalkarken görebiliyoruz. Uçaktan inip alana girene kadar gördüğümüz sıcaklık bizi yeterince "yakmaya" yetiyor bu şehirde. Tam bir çöl şehri Amman: sapsarı, toprak rengi, uçsuz bucaksız düzlüklerle kaplı. Alandaki kısa bekleyişimizin ardından saat gece yarısını geçerken bizi Sri Lanka'nın başkenti Colombo'ya götürecek uçaktayız.

2. Gün (Colombo Kandy)

Colombo'ya sabaha karşı, henüz şafak ağarmamışken yaklaşıyor uçağımız. Koca şehirde tek tük ışık görünüyor havadan, onlar da yanıp sönüyorlar devamlı. Bu kadar ışıksız, karanlık olmasına, ışıkların yanıp sönmesine anlam veremiyoruz. Az gelişmiş bir ülkeye geldiğimizin farkındayız ancak sonuçta başkentin daha aydınlık olması beklenir. Uçak iyice alçalınca anlıyoruz ki buradaki yapılar palmiye ağaçlarından daha alçak, o yüzden de zaten az olan ışıklar yukarıdan görünmüyor, veya uçağın hareketi yüzünden bir görünüp bir kayboluyorlarmış. Daha sonra bunun bir devlet politikası olduğunu öğrendik, palmiye ağaçlarından daha yüksek bina yapılması istenmiyor.

Yolculuğa başlarken aklımıza gelen, ancak düşünmek bile istemediğimiz ihtimal maalesef gerçekleşiyor, ve yol arkadaşım Önder'in valizi uçaktan çıkmıyor. Kendisi Amman'da kalmış. Oturup bir sürü form dolduruyoruz. Bir sonraki uçakla gelir valiziniz diyorlar, ancak sonraki uçak 3 gün sonra imiş. Bizse Colombo'da 1 gece bile kalmak niyetinde değiliz. O yüzden bir sonraki durağımız olan Kandy'de kalmayı planladığımız yerin adresini veriyoruz. Belki orada kalmayız diye de, "göndermeden önce mutlaka bize bir telefon edin" diye sıkı sıkı tembihliyoruz. Anladıklarını düşünüyoruz, meğer anlamamışlar. Neyse, kayıp bavul için bize 60 dolar civarında bir para veriyorlar, alışık olmadığımız bir durum, ama güzel. Colombo'nun merkezi tren istasyonuna gitmek için saatlerdir içinde bulunduğumuz havaalanından dışarı atıyoruz kendimizi. Amacımız burada hiç kalmadan trenle doğruca Kandy'ye gitmek. Gelmeden önce okuduklarımız Sri Lanka'nın fakir bir ülke, insanlarınınsa sıcakkanlı olduğunu söylüyordu. Ancak alandan çıkınca gördüğümüz manzara yazılanların çok ötesinde idi. İnsanlar her yerdeydi: yollarda, kaldırımlarda, yerlerde.. Erkekler beyaz bir çarşafa sarılmış gibi giyiniyorlar, kadınlarınsa daha çok yeşil tonlarında ve göbek bölgesini açıkta bırakan bir elbiseleri var. Ülkenin ulusal ayakkabısı parmak-arası terlikler. İstisnasız herkes heryerde bunlardan giyiyor.

Havaalanından tren istasyonuna direk bir otobüs yok, önce ücretsiz bir shuttle bus ile otobüslerin kalktığı merkeze gelmek, oradan tekrar otobüse binmek gerekiyor. Shuttle bus deyince öyle lüks bir otobüs canlanmasın sakın gözünüzde, bu bildiğimiz köy otobüslerinden bile kötü bir minibüs, otobüs arası garip bir araç. Shuttle otobüsü malesef dolu, ayakta durmak zorundayız, otobüsteki herkes gözlerini ayırmadan bize bakıyor. Şoför hariç. Çünkü o, çıplak olan sol ayağını vitesin üzerine dayamış koltuğunu geriye yatırmış, göbeğini açmış, uyuyor. Otobüste klima falan yok haliyle, camlar açık ancak hareketsizken sıcak ve nem fena terletiyor insanı. Şoför uyanınca, önce merkezi otobüs terminaline, oradan da otobüsle tren istasyonuna varıyoruz. Uzaklarda bir kaç yüksek bina, hatta gökdelen görünüyor, ancak şehir genel itibariyle büyük bir fakirlik içinde. Sabah 9:30 treninde malesef yer yok, bu ünlü bir tren; içerisinde turistler için, etrafın daha rahat görünmesine imkan veren bir seyir vagonu bulunuyor. Ancak yer yok, yarını bekleyecek vakit de yok, o yüzden 10buçukta kalkacak olan ve ucuz olduğundan halkın daha çok tercih ettiği trene bilet alıyoruz. Bu esnada yanımızda bir adam beliriyor, ve bu işlemleri onun sayesinde biraz daha kolay yapıyoruz. Sonradan tur rehberi olduğunu anlıyoruz, yanında bir defter var, bize gösteriyor, içinde daha önce onunla Sri Lanka'yı gezmiş insanların yazdıkları var, hatta bir Türk de Türkçe olarak güzel bir şeyler yazmış, treni beklerken bu notlarla vakit geçiriyor, eğleniyor, ancak adama kibarca kendimiz dolaşmak istediğimizi söylüyoruz. Sohbet sırasında ortalık birden hareketleniyor, rehber de dikkatlice tren yoluna bakıyor ve hemen sonra peronda raylara yaklaşıyor. Trenimiz geliyor anlaşılan, bizim biletimiz var, ancak o bilet almadı. Bize acele etmemizi söylüyor, anlamıyoruz ama. Bizim biletimiz var zaten, neden acele edelim ki? Trenin yaklaşmasıyla birden herkes kapılara hücum ediyor, biz de mecburen aynısını yapıyoruz. Vagona binince bir de baktık ki rehber bizim için iki kişilik yer kapmış, meğer biletlerde numara yokmuş, ve birçok kişi saatlerce ayakta gidiyormuş bu trende. Şaşırmıştık, ancak daha sonraki otobüs yolculuklarımızı görünce bu tren yolculuğunun ne kadar lüks olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Trende klima yoktu, bunun yerine her vagonun tavanında asılı 3-4 tane renkli pervane vardı, inanmak zor ama bunlardan bazıları da çalışıyordu :)

İnsanların dışarıda seyahat etmelerinin nedeni doluluk değil sıcaklık

TRANS SİBİRYA YOLCULUĞU

on

İngilizcede güzel bir terim var "once in a lifetime" diye. Trans-Sibirya tren yolculuğu tam da bu sözü doğrular nitelikte insanın hayatında bir defa mutlaka yapması gereken türden bir yolculuk. Aslında Rusya'yı boydan boya geçmek amacıyla tasarlanmış bir demiryolu olmasına karşın, daha sonra Moğolistan ve Çin de bu yola dahil edilerek 3 ülkeyi kapsayan 8000 km'nin üzerinde dünyanın en uzun tren yolu oluşturulmuş. Öyle uzun ki trende 7 gün yolculuk edip, 7 saat dilimi geçiyorsunuz, haliyle saçınız, sakalınız, tırnaklarınız uzuyor. Günler fark edilir biçimde kısalıyor. Coğrafya, iklim, tabiat, insanlar, evler, hayvanlar, kısaca her şey değişiyor. Bu sıradışı yolculukla ilgili ansiklopedik bilgiler her yerde bulunabileceğinden, ben sözü daha fazla uzatmadan daha çok yolculuğu yapmayı düşünenler için önemli olabilecek bilgiler vermeye çalışacağım.

Moskova Yaroslavski Tren İstasyonu, Rossiya treninin kapılarının açılmasını beklerken

ENDONEZYA - Temmuz 2010

on


1. Gün - İstanbul → Dubai


Bizi Endonezya’nın başkenti Jakarta’ya götürecek olan uçaklar İstanbul-Dubai-Jakarta yoluyla Emirates uçakları idi. İstanbul - Dubai uçağı 16:30’da Atatürk Havaalanı’ndan kalkıyor olsa da Esenboğa - Atatürk uçuşları pahalı olduğundan sabah 9:05 uçağıyla Sabiha Gökçen’e, oradan otobüs-vapur-taksi-otobüs şeklinde Atatürk Havaalanı'na ulaştık. Check-in dest’teki uzuuun sıradan online check-in sayesinde kurtulduktan sonra yaklaşık 4 saatlik Dubai uçuşuna başladık. Dubai’ye varış yerel saatle 21:45'te olmasına karşın Dubai-Jakarta uçuşu ertesi gün 11:10’da idi. Böyle durumlarda Emirates’in yolcularına otel sağladığını duymuş ve İstanbul havaalanındaki görevliye durumu sormuştuk. Biletimizi kontrol edip “sizin biletinizin bulunduğu class için otel sağlayamıyoruz” demişti görevli. “Hatta promosyonel bir sınıf var ama sizin class’ınız ona bile girmiyor” diyerek iyice aşağılamıştı bizi. Nasıl bir class’sa bizimkisi. Dubai havaalanına vardığımızda her Türk gibi biz de durumu zorlayıp biraz daha uğraştık ama nafile. Emirates’in bizim için yapabileceği en büyük “iyiliğin” 234 Amerikan doları karşılığında bize bir gecelik otel ayarlamak olduğunu öğrenince havaalanında geceyi geçirecek uygun bir bölge aramaya başladık, çok geçmeden de bulduk. Eskilerin uzun oturuş dedikleri şekilde ayağınızı uzatarak yarım yatış şelini alabileceğiniz, demir olması dolayısıyla pek de rahat olmayan koltuklarda geçirdik geceyi. Klimalar ortamı çok fazla soğuttuğundan üzerimize havlularımızı örttük.


NEPAL - TIBET - Ağustos 2011

on


Huzurlarınıza arz-ı endâm eyleyen seyahat bir rûyanın, hayatın normal görünen akışı içerisinde gerçekleşmesinden vücût bulmuş olup, anlatılan kişi ve olaylar tamamiyle gerçektir.

Başlamadan evvel bir kaç noktayı belirtmekte yarar var. Öncelikle Tibet’e giriş pek kolay değil, mutlaka bir tur ile anlaşmak zorundasınız. Tabi eğer fazlasıyla macerasever olup dağlardan Çin askerlerine yakalanmadan ülkeyi gezmeye niyetiniz yoksa. Bunu deneyip başaranlar olmuş bu arada. Neyse, tur için seçenekleriniz var elbet, biz Tibet’in komşularından Nepal’de bulunan bir tur ile anlaştık, rehberin Tibet’li olacağından ve tur içeriğinde Everest olacağından emin olduktan sonra en uygun fiyatı veren turdu bu anlaştığımız. Tibet için vizeyi ve özel giriş iznini onlar alıyorlar. Nepal’e giriş vizesini de ülkeye girerken aldığınızdan Türkiye’de herhangi bir vize ile uğraşmaya gerek kalmıyor. Bu şekilde başlayan yolculuğun detayları yani kısa lafın uzunu aşağıda. İyi seyirler....




Her hakkı saklı olup, izinsiz içerik kullanımı yasaktır.. Blogger tarafından desteklenmektedir.