SRI LANKA - Temmuz 2009

on

Sri Lanka'ya gitmeye nasıl karar verdiğimizi hatırlamıyorum bile. Zira gitmeye karar verdiğimizde hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Karar verdikten sonra yaptığımız araştırmalarda da çok az şey öğrenebildik. Hindistan'ın güneyinde yüzölçümü olarak bir hayli küçük sayılabilecek bir ada ülkesi imiş. Din, giyiniş, yaşam tarzı olarak kuzey komşusuna çok fazla benzediğinden küçük Hindistan diyenler var. Yakın zamana kadar ülkenin kuzeyinin kontrolünü elinde bulunduran ve Tamil kaplanları diye bilinen örgüt kısa bir süre önce, son devlet başkanının başlattığı operasyonlarda son derece kanlı bir şekilde etkisiz hale getirilmiş. Ancak kuzeyin yine de tehlikeli olduğu söylendiğinden rotamıza dahil etmedik. Ülkenin batısındaki başkent Colombo'dan yola çıkıp önce dini başkent Kandy'ye, oradan dünyanın en büyük budist tapınaklarının bulunduğu Dambulla'ya, ardından yüksek, serin Nuwara Eliya'ya gitmeyi, sonrasında da ülkenin güneyine inip sıcak denizlere ulaşmayı oradan da Colombo'ya dönerek ülkeyi bir baştan bir başa dolaşmış olmayı planlıyoruz. Bu esnada ülkenin güneyindeki ulusal parklardan birine de uğramak istiyoruz. Bunlar kabaca planlar, bir tek Kandy'ye nasıl gideceğimiz ve nerede kalacağımız belli, onun dışındaki yerlere nasıl gideceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yok. Diğer turistler genellikle gelir gelmez haftalığı yaklaşık 200-250 dolar civarına para ödeyerek rehberli bir arabayla dolaşıyorlar halkın arasına karışmadan. Elbet bize göre değil bu.. Biz yerel halkın kullandığı yolları kullanmak istiyoruz.. Fazla uzatmayalım sözü... Siz Türkler nasıl diyorsunuz: "Macera başlasın"  :)

1. Gün

Sri Lanka uçuşumuzu fiyat/performans açısından mantıklı göründüğünden Ürdün'ün Royal Jordanian havayollarından almıştık. Aslında Hindistan, Nepal, Sri Lanka gibi yerlere gidenler genellikle Air Arabia'yı kullanırlar, ancak uygun fiyatlı uçuşlarda ciddi beklemeler vardı, o yüzden biraz daha pahalı olsa da Royal Jordanian'ı tercih ettik. Bu tür düşük bütçeli havayollarının sıkıntısı valizinizin kaybolma ihtimalinin biraz yüksek olması, tabi uçağın düşmesi ihtimali de biraz daha fazla ama o ihtimal yine de az olduğundan çok düşünmüyoruz, neyse böyle kötü şeyler düşünmenin sırası değil şimdi. Hayatımızın en farklı seyahatlerinden birisi başlamak üzere. Ürdün uçağı olunca haliyle Amman aktarması olacak. Ancak yalnızca bir iki saat, o yüzden sıkıntı etmiyoruz. Amman'ı da ancak uçak inerken ve kalkarken görebiliyoruz. Uçaktan inip alana girene kadar gördüğümüz sıcaklık bizi yeterince "yakmaya" yetiyor bu şehirde. Tam bir çöl şehri Amman: sapsarı, toprak rengi, uçsuz bucaksız düzlüklerle kaplı. Alandaki kısa bekleyişimizin ardından saat gece yarısını geçerken bizi Sri Lanka'nın başkenti Colombo'ya götürecek uçaktayız.

2. Gün (Colombo Kandy)

Colombo'ya sabaha karşı, henüz şafak ağarmamışken yaklaşıyor uçağımız. Koca şehirde tek tük ışık görünüyor havadan, onlar da yanıp sönüyorlar devamlı. Bu kadar ışıksız, karanlık olmasına, ışıkların yanıp sönmesine anlam veremiyoruz. Az gelişmiş bir ülkeye geldiğimizin farkındayız ancak sonuçta başkentin daha aydınlık olması beklenir. Uçak iyice alçalınca anlıyoruz ki buradaki yapılar palmiye ağaçlarından daha alçak, o yüzden de zaten az olan ışıklar yukarıdan görünmüyor, veya uçağın hareketi yüzünden bir görünüp bir kayboluyorlarmış. Daha sonra bunun bir devlet politikası olduğunu öğrendik, palmiye ağaçlarından daha yüksek bina yapılması istenmiyor.

Yolculuğa başlarken aklımıza gelen, ancak düşünmek bile istemediğimiz ihtimal maalesef gerçekleşiyor, ve yol arkadaşım Önder'in valizi uçaktan çıkmıyor. Kendisi Amman'da kalmış. Oturup bir sürü form dolduruyoruz. Bir sonraki uçakla gelir valiziniz diyorlar, ancak sonraki uçak 3 gün sonra imiş. Bizse Colombo'da 1 gece bile kalmak niyetinde değiliz. O yüzden bir sonraki durağımız olan Kandy'de kalmayı planladığımız yerin adresini veriyoruz. Belki orada kalmayız diye de, "göndermeden önce mutlaka bize bir telefon edin" diye sıkı sıkı tembihliyoruz. Anladıklarını düşünüyoruz, meğer anlamamışlar. Neyse, kayıp bavul için bize 60 dolar civarında bir para veriyorlar, alışık olmadığımız bir durum, ama güzel. Colombo'nun merkezi tren istasyonuna gitmek için saatlerdir içinde bulunduğumuz havaalanından dışarı atıyoruz kendimizi. Amacımız burada hiç kalmadan trenle doğruca Kandy'ye gitmek. Gelmeden önce okuduklarımız Sri Lanka'nın fakir bir ülke, insanlarınınsa sıcakkanlı olduğunu söylüyordu. Ancak alandan çıkınca gördüğümüz manzara yazılanların çok ötesinde idi. İnsanlar her yerdeydi: yollarda, kaldırımlarda, yerlerde.. Erkekler beyaz bir çarşafa sarılmış gibi giyiniyorlar, kadınlarınsa daha çok yeşil tonlarında ve göbek bölgesini açıkta bırakan bir elbiseleri var. Ülkenin ulusal ayakkabısı parmak-arası terlikler. İstisnasız herkes heryerde bunlardan giyiyor.

Havaalanından tren istasyonuna direk bir otobüs yok, önce ücretsiz bir shuttle bus ile otobüslerin kalktığı merkeze gelmek, oradan tekrar otobüse binmek gerekiyor. Shuttle bus deyince öyle lüks bir otobüs canlanmasın sakın gözünüzde, bu bildiğimiz köy otobüslerinden bile kötü bir minibüs, otobüs arası garip bir araç. Shuttle otobüsü malesef dolu, ayakta durmak zorundayız, otobüsteki herkes gözlerini ayırmadan bize bakıyor. Şoför hariç. Çünkü o, çıplak olan sol ayağını vitesin üzerine dayamış koltuğunu geriye yatırmış, göbeğini açmış, uyuyor. Otobüste klima falan yok haliyle, camlar açık ancak hareketsizken sıcak ve nem fena terletiyor insanı. Şoför uyanınca, önce merkezi otobüs terminaline, oradan da otobüsle tren istasyonuna varıyoruz. Uzaklarda bir kaç yüksek bina, hatta gökdelen görünüyor, ancak şehir genel itibariyle büyük bir fakirlik içinde. Sabah 9:30 treninde malesef yer yok, bu ünlü bir tren; içerisinde turistler için, etrafın daha rahat görünmesine imkan veren bir seyir vagonu bulunuyor. Ancak yer yok, yarını bekleyecek vakit de yok, o yüzden 10buçukta kalkacak olan ve ucuz olduğundan halkın daha çok tercih ettiği trene bilet alıyoruz. Bu esnada yanımızda bir adam beliriyor, ve bu işlemleri onun sayesinde biraz daha kolay yapıyoruz. Sonradan tur rehberi olduğunu anlıyoruz, yanında bir defter var, bize gösteriyor, içinde daha önce onunla Sri Lanka'yı gezmiş insanların yazdıkları var, hatta bir Türk de Türkçe olarak güzel bir şeyler yazmış, treni beklerken bu notlarla vakit geçiriyor, eğleniyor, ancak adama kibarca kendimiz dolaşmak istediğimizi söylüyoruz. Sohbet sırasında ortalık birden hareketleniyor, rehber de dikkatlice tren yoluna bakıyor ve hemen sonra peronda raylara yaklaşıyor. Trenimiz geliyor anlaşılan, bizim biletimiz var, ancak o bilet almadı. Bize acele etmemizi söylüyor, anlamıyoruz ama. Bizim biletimiz var zaten, neden acele edelim ki? Trenin yaklaşmasıyla birden herkes kapılara hücum ediyor, biz de mecburen aynısını yapıyoruz. Vagona binince bir de baktık ki rehber bizim için iki kişilik yer kapmış, meğer biletlerde numara yokmuş, ve birçok kişi saatlerce ayakta gidiyormuş bu trende. Şaşırmıştık, ancak daha sonraki otobüs yolculuklarımızı görünce bu tren yolculuğunun ne kadar lüks olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Trende klima yoktu, bunun yerine her vagonun tavanında asılı 3-4 tane renkli pervane vardı, inanmak zor ama bunlardan bazıları da çalışıyordu :)

İnsanların dışarıda seyahat etmelerinin nedeni doluluk değil sıcaklık

Yolculuk sırasında manzara her an en az bu kadar yeşil

Colombo-Kandy tren yolculuğuyla ilgili epey okumuştuk ve dünyanın en güzel tren yolculuklarından birisi olarak gösteriliyordu.Trenimiz biraz ilkel olsa da manzara açısından bu özelliğini fazlasıyla hakkettiğini söyleyebilirim. Yemyeşil ormanlar, dağlar, pirinç tarlaları arasından ilerleyerek akşam olmadan kutsal şehir Kandy'ye ulaştık. Şehir daha ilk bakışta etkiledi bizi. Tayland'daki "tuktuk"lara benzeyen üç tekerli mobiletler kullanılıyordu şehir içi ulaşımda. Onlardan birisine atlayıp guest house aramaya başladık. Kalacağımız yerin adresini şoföre verdik, ancak o orasının iyi olmadığını, daha iyi yer bulabileceğini söyledi. Her uğradığımız yerde önce şoför inip yer var mı diye bakma bahanesiyle önden gidiyor, muhtemelen komisyon pazarlığı yapıyor, anlaşırsa yer varmış gelin bakın diyordu. Biz de bakıyorduk ancak ya oda, ya da fiyat hoşumuza gitmiyordu, öyle olunca biz de tuktukçuyla vedalaşıp kendimiz bakınalım dedik ve hemen düzgün bir yer bulduk. Şehrin ortasında bulunan ve kıyısındaki tapınakla beraber şehre mistik havasını veren gölün kenarından yükselen tepenin yamacındaki bir çok kalacak yerden birinde kalıyorduk biz de.

Şehirlerde bile nadiren kaldırım var. Dikkatli olmak gerekiyor, her an, her yerden, her şey çıkabilir. 

Sri Lanka'da sokakta bir otobüs görme ihtimalinizle bir fil görme ihtimaliniz aşağı yukarı  eşit.
Hava kararmaya başlamıştı bile. 2 gece kalacağımızı düşünerek paramızı peşin verdik. Biraz dinlenip şehri keşfe çıktık. Göl ve çevresinin güzelliği büyüleyici, İngilizler gayet başarılı bir şekilde dekore etmişler şehri. Bavulla beraber Amman'da kalan giysilerin yerine giysi alıyor Önder. Columbia gibi birçok ünlü markanın üzerinde Made in Sri Lanka yazdığından ucuza marka giysiler bulabileceğimiz konusundaki düşüncemizin yanlış olduğunu anlamamız uzun sürmüyor, zira bu markalar bu malları bu ülkede satmıyorlar, hepsini ülke dışına gönderiyorlarmış. Ancak merdiven altı atölyelerde üretilen, aslını aratmayan taklitler bolca mevcut. Bunlardan bir miktar alıyor Önder, çok da seçeneği yok zaten. O sırada sokaklarda dolaşırken etrafta, sokak ortasında dolaşan, süslenen filler dikkatimizi çekiyor. Akşam festival olduğunu öğreniyoruz. Yerel halk sokak kenarlarını, festival geçişinin yapılacağı tüm kaldırımları erkenden doldurmuş. Anlaşılan gündüz erken saatlerden gelmişler yer kapmak için. Bu civarda kaldırımlarda yürümek bile imkansız. Onlar ücretsiz izleyecekler festivali, turistler içinse 50 dolardan başlayan fiyatlar söz konusu. Çok saçma geliyor bize, festival heyeti bir çok sokaktan geçerek şehri dolaşacakmış, o zaman bilet almaya gerek yok gibi görünüyor. Bu sırada Kamara isimli bir gençle tanışıyoruz göl kenarında, meyve satıyor. Daha önce görmediğimiz tropik meyvelerden yerken festivali de soruyoruz, 20 dolara bilet ayarlayacağını söylüyor. Akşam görüşürüz diyerek vedalaşıp gezmeye devam ediyoruz.

Yan yana duran birer Budist ve Hindu tapınağına
rastlayarak geziyoruz içeriyi, ancak ayakkabıları ve çorapları çıkarıp çıplak ayakla gezmek zorunda olmak pek hoşumuza gitmiyor, yerler epey nemli, yüzlerce insan sürekli yürüyor civarda. Tapınağın arka bahçesinde de devasa bir fil mevcut, fili besleyen kişi bizi görünce yanına çağırıyor, korkarak da olsa gidip fili seviyorum. Tabi ufak dokunuşlarla. Bu sakin, uysal görünen hayvanların bazı anlarında neler yapabildiğini gösteren videolar izlediğimden epey temkinli davranıyorum. Gezimiz sırasında bir Budist rahip de bize eşlik ediyor, çıkışta biraz para isteyecektir diye düşünürken bizi bir odaya alıyor, burada bir rahibin önüne beni oturtuyor, rahip beni "okuyor, üflüyor". Tabi ardından da bağış defterini açıyorlar. Bize bağış yapın, isminizi de buraya yazalım diyorlar, ama o defterlerdeki rakamları görünce afallıyoruz, zira görünüşe göre en az bağış yapan kişi 200 dolar bağışlamış. Biz de kendi limitlerimizi zorlayıp yaklaşık 10 dolar karşılığı bir parayı oraya veriyoruz, o rakamı da yazıyor deftere, tabi hiç mutlu görünmüyor. Sonradan bunun sık kullanılan bir numara olduğunu öğrendik. Neyse ki fazla para kaptırmamıştık, zira bu kadar fakir bir ülkede 10 dolar o kadar büyük bir para ki, onu alınca bayram yaptıklarını gizleyip üzülmüş gibi görünüyor, daha fazla istiyorlar. Ve muhtemelen biz gittikten sonra o rakamın sonuna bir(kaç) sıfır atıp sıradaki saf turisti beklemeye başlıyorlar.

Etrafta biraz daha dolaştıktan sonra yine göl kenarından yukarı doğru guest house'umuza doğru yola koyulduk. Tekrar şehre indiğimizde hava epey kararmıştı. Göl kenarı da dahil olmak üzere, heryer ışıklarla süslenmişti. Etrafta üzerlerinde renk renk yüzlerce ışık kaynağı olan devasa filler dolaşıyordu. Ancak festival alanına giriş polislerce kapatılmıştı. Giriş için bilet almak gerekiyordu, elbette bu uygulama sadece turistler içindi. Ücretsiz girmek mümkündür elbet, biz de biraz sağa sola bakındık bir yol bulmak için ama harcayacağımız efora değmeyecek diye düşünüp, öğlen tanıştığımız Kamara'ya mesaj atıp, onunla buluşuyoruz. 20şer dolardan biletleri aldıktan sonra, bizi polis kordonunun arasından geçirip içeri götürüyor, ve yol kenarında bir restoranın önünde 2 sandalye gösteriyor. Birazdan olup bitecekler hakkında hiç bir fikrimiz yok.. bekliyoruz..


Çok geçmeden festival yürüyüşü başlıyor. Tanık olduğum en ilginç birkaç saati burada yaşıyorum. Yerel giysileri içinde insanlar, aydınlatma için meşale taşıyanlar, ateş yutan, püskürten insanlar, ellerinde metrelerce uzunlukta kırbaçlarıyla gösteriler yapanlar, yürüyüş boyunca hiç durmayan, bitmeyen müziği yapan yüzlerce insan, bu müzik eşliğinde yerel danslar yapan binlerce insan, ve tabi ki muhteşem kostümleriyle göz dolduran, festivalin baş kahramanı devasa filler. Sırf bu festival için Sri Lanka'nın her yerinden filler (doğal olarak haftalarca süren bir yürüyüşün ardından) Kandy'ye getiriliyorlar, son derece özenle süsleniyorlar. Festival saatlerce sürüyor, hiç durmayan müzik bir süre sonra insanı hafiften delirtmeye başlıyor, çıkalım diyoruz. Ama malesef festival bitene kadar çıkamazsınız diyorlar. Bu kez dışarı çıkış için bakınıyoruz, onu da bulamayıp çaresiz sonuna kadar bekliyoruz.

3. Gün (Kandy  Pinnawala  Dambulla)

Kandy'ye varınca güzelliğinden etkilenip 2 gece kesin kalacağımızı düşünerek parayı peşin vermiştik. Ancak Kandy'deki ilk gecenin ardından tahmin edebileceğiniz gibi kurcuklanmaya başlamıştık. Tüm sempatikliğimizi üzerimize toplayıp bir umut pansiyonun sahibiyle konuştuk. Verdiğimiz ikinci gece parasını alıp gidelim diye, ancak 2 adamın pansiyoncu üzerinde pek etkisi olmadı haliyle, başarılı olamadık. Yine de zamanın paradan daha önemli olduğunu hatırlayıp kahvaltının ardından yola koyulmaya karar verdik. Daha görülecek çok yer vardı zira. Tepeye kurulmuş pansiyonumuzdaki son kahvaltımızı da klasik şekilde çay (yanında süt), ekmek, tereyağı ve reçelle yaptıktan sonra toplanıp yola çıktık.

Kandy'de son kahvaltı
İlk durağımız Kandy'ye yaklaşık 20 km uzaklıktaki Pinnawala Fil Yetimhanesi (Elephant Orphanage). Toplu taşımanın bizi yavaşlatacağını düşünerek bir tuktukla anlaşıp biraz gürültülü ve biraz "açıkhava" vaziyette Pinnawala'ya ulaşıyoruz. Nehir kenarına kurulu, küçük, hoş bir yer. Tüm gelirini Orphanage'a gelen turistlerden karşılıyor gibi bir görüntüsü var. Tuktukçumuzla bizi bekleyeceği yer konusunda anlaşıp içeri giriyoruz.




İçerisi devasa bir orman, ve bu ormanın değişik yerlerine yayılmış yüzlerce fil mevcut. Bunların birkaç tanesi zincirle bağlı tutuluyor, çok büyük bir kısmı ise serbest vaziyette. En sempatikleri ve doğal olarak en çok ilgi çekenleri yavru filler. Belli periyotlarla yavru filleri biberonla besliyorlar, şanslıysanız siz de bu ufaklıklara dokunup sevebilirsiniz. Tabi onlar bundan pek hoşlanmıyorlar, bunu da belli ediyorlar.




Etrafta o kadar büyük, devasa filler var ki sürekli onların arasında dolaştıktan sonra asıl çok sayıda filin bulunduğu ormanlık kısma geçiyoruz. Gerçekten sürü halinde bu kadar  çok sayıda fili Afrika'ya safariye gitseniz bile bir arada göremezsiniz. Turistlerle aralarında bir yükselti bulunuyor. Ancak buraya epey yaklaşarak fillere muz vs. verebiliyorsunuz. Sizden çok daha büyük bir hayvanı beslemek gerçekten değişik bir keyif.










Bakıcısına basamak yaptığı bacağıyla devasa bir fil

Her şey yolunda giderken birden ormanın içindeki bütün fillerin üzerimize doğru geldiğini fark ediyoruz. Turistler durumdan tedirgin olsalar da fillerin bakıcıları sakin olduğundan biz de sakince kenara çekiliyoruz, yanımızdan bir fil sürüsü geçiyor.

Hemen sonra anlıyoruz ki filler yıkanmak için nehre gidiyorlarmış, ve biz de yol üzerinde duruyormuşuz. Neyse ki ezilmeden kenara çekildik ve ardından da filleri takip edip biz de nehre doğru yol aldık. İşin asıl güzel kısmı da buradan sonra başladı. Filler suların içinde oynayıp yıkanırken biz de kenardan izliyorduk. Bakıcıları bazılarını suyun sığ kısımlarına yatırmış yıkıyorlar, filler de bundan pek bir memnun görünüyorlardı.



Önümüzdeki yüzlerce filin suyun içindeki oynaşmalarını izledikten sonra ayrılma vakti geliyor. Dışarı çıkıp tuktukçumuzu bulup geri Kandy'ye dönüyoruz.


Vakit öğleyi çoktan geçti ve biz geceyi Kandy'de değil bir sonraki durağımız olan Dambulla'da geçireceğiz. Ancak Dambulla Kandy arası altı üstü 60 km ve ikisi de büyük şehirler göründüğünden direk otobüs buluruz diye düşünüyoruz ve endişelenmiyoruz. Ancak gel gelelim Sri Lanka'nın dişli yüzüyle henüz tanışmamış olduğumuzu o akşam anlıyoruz. Otobüs duraklarının olduğu alan tam bir keşmekeş. Bir süre etrafta üzerinde Dambulla yazan otobüsü bulmak umuduyla dolaştıktan sonra umudumuzu kaybedip birisine soralım diyoruz, ancak kime sorsak direk otobüs yok diyor. Önce şuraya, ordan buraya, ordan da Dambulla'ya gidebilirsiniz diye birsürü şehir isimleri sayıyorlar. Çok mantıksız. Bu kadar yakın iki şehri direk birleştiren otobüs hattı yok mu gerçekten? Cevap: Yok! Sonunda anlıyoruz ki önce Matale'ye gitmemiz gerekli. Ancak oradan Dambulla'ya gidebiliriz. Matale'ye giden otobüslerden birine binip yola çıkıyoruz. Şehirlerarası otobüs olmasına rağmen şu ana kadar gördüğümüz diğer külüstür otobüslerden hiçbir farkı yok bu otobüsün. Sizi alması için de yer olmasına gerek yok, ayakta yer bulmak bile bir başarı. Kaçırırsanız sonraki otobüs saatler sonra. Ben ayakta da giderim nolcak 1-2 saat derseniz de yanılmış olursunuz. Yollar hep dağların yamaçlarından tek şeritli ancak çift yönlü olarak ve topraktan bozma olduğundan nasıl oluyorsa haritada 50 km görünen bir yere örneğin 5 saatte gidebiliyorsunuz. Daha da kötüsü otobüse binmeden önce ya da sonra ne zaman gideceğiniz yere varacağınız konusunda da kimseden sağlıklı bilgi almak mümkün değil. Hayırlısı deyip biniyorsunuz yani. İşte biz de bu şekilde hayırlısı diyerek öğleden sonra saat 4 sularında geldiğimiz Kandy otogarından 62 km uzaklıktaki Dambulla'ya Matale aktarmalı olarak akşam 9 civarında ancak ulaşabiliyoruz. 62 km = 5 saat. Kışkırtıcı değil mi? Şüphesiz öyle! Asıl korkumuz bundan sonrası, zira biz zaman hesaplarımızı, şehirlerarası yolculukları saatte 12 km hızla yapacağımızı düşünerek yapmamıştık. Hayırlısı diyoruz, hayırlısı. Önümüzde bir diğer sorun daha var. Malesef otobüs Dambulla'ya gelip otogarına girip durmuyor. Neden mi? Çünkü aslında bu ülkede otobüs terminali/otogar anlamına gelen bir kelime zaten yok sanırım. Belli alanlara otobüslerin biriktikleri yer denebilir belki ama yok asla otogar denemez. Zira herhangi bir düzen yok zaten. O yüzden otobüste ilerlerken ve 62 kilometreyi 5 saatte almanın verdiği yoğun haz duygusu da başımızdayken Dambulla'ya geldiğimizi hissediyoruz. Bilineceği üzere şehir merkezi, lambalar, aydınlık vs. Sri Lanka için geçerli kavramlar değil. O yüzden o şehre geldiğinizi hissetmeniz gerekiyor. Biz de bu hisle yerimizden fırlıyor ve şoförün yanına gidip "Dambulla? Stop" diyoruz, ancak şoför eliyle ileriyi gösteriyor, biz de bekliyoruz kapının kenarında. Ancak şoför gidiyor, gidiyor.. bizim de sabrımız bir süre sonra bitiyor ve artık yalnızca "Stop" diyoruz, ve anlamsız ifadelerle yüzümüze baktıktan sonra etrafta tek bir ışığın olmadığı bir yol kenarında bizi indiriyor. Gidiyor. Hava zifiri karanlık. Dambulla civarında bir yerlerdeyiz. Hiç bir ışık kaynağı yok. Geriye, hislerimize doğru yürüyoruz. Çok bir korku yok üzerimizde, zira şimdiye kadar geceler de dahil başımıza en ufak bir kötü olay gelmedi insanlardan. Tabi ülkenin her yanı gibi burası da ormanlık olduğundan biraz hayvanlara karşı çekinceliyiz. Yürürken karşımıza aracında uyuyan bir tuktukçu çıkıyor. Uyandırıp bizi Dambulla'ya götürmesini istiyoruz. 50 dolar istiyor. 50 dolara o tuktuku satın alabilirsiniz. O yüzden gülümseyip karanlığın içine doğru yürümeye devam ediyoruz. Giderken üzerindeki tabelada "Hotel" yazan yerler görüp umutlanıyoruz, fakat içeri girdiğimizde bildiğiniz lokanta çıkıyor karşınıza. Kasada duran adama "Hotel" diyoruz, o da bize bakıp "Hotel" diyor. Ellerimizi başımızın sağına koyarak uyumak manasına gelen şekil alıp tekrar "Hotel" diyoruz, o da bize bakıp "Hotel" diyor. Yok bu böyle olmayacak deyip çıkıyoruz, bir kaç benzer tabelalı yere daha gidip benzer şekilde çıktıktan sonra umudumuzu yitirmiş gibi olmuşken, karşılaştığımız birisine guest house sorunca bize birkaç yüz metre ileride bir yeri tarif ediyor. Oraya gittiğimizde gerçekten bir guest house bulmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Giriyoruz, 50 dolar dese kalacağız, zira çaremiz yok. 7 lira diyor kişi başı, yani Türk lirası karşılığı bu. Eh peki diyoruz, çok da sevindiğimizi belli etmeden. Hemen eşyaları atıp, yakındaki bir büfeden bisküvi ve kola, manavdan da 1 dolara ananas alıp kestirdikten sonra odamıza dönüp bir güzel yeyip iyi kötü doyduktan sonra cibinliklerimizin altında, dışarıdan gelen daha önce hiç duymadığımız türde hayvan seslerinin eşliğinde uykuya dalıyoruz.

Bir şehirlerarası otobüs

4. Gün (Dambulla)

Sabah erken kalkıp odayla aynı fiyat olan kahvaltıyı yaptıktan sonra bir otobüse atlayıp Sigiriya Rock Temple'a doğru yola çıkıyoruz. Fotoğrafları çok etkileyici görünüyordu, gerçeğinin de bizi hayal kırıklığına uğratmayacağını düşünüyoruz. Zira rotamızın dışında bir yer, ve sırf bu tapınağı görmeye geldik onca yolu. Otobüsten indikten sonra tapınağın girişine kadar bir miktar yol var, haliyle bir çok da tuktukçu var, ancak bizi o kadar sinirlendiriyorlar ki hiçbirine binmeyip o sıcakta yürümeyi tercih ediyoruz. Yaklaşık 2 km kadar yürüdükten sonra tüm ihtişamıyla karşımızda Sigiriya Tapınağı. Sri Lanka dilinde Sigiriya; Aslan Kaya anlamına geliyor. İsmini, zirvesinin yaklaşık yarı yüksekliğinde bulunduğuna inanılan devasa aslan heykelinden alıyor. Bugün bu heykelin yalnızca ayakları mevcut. Tapınağın milattan sonra 500 yıllarında Kral Kaspaya tarafından yapıldığı düşünülüyor. Kralın ölümünün ardından tapınak ve heykel yıkılmış ve 14. yüzyıla kadar budist manastırı olarak hizmet vermiş. Bugünse Unesco'nun Kültür Mirası Listesi'nde bulunuyor.

Sigiriya
Bu muhteşem yapının üzerine merdivenlerle (1200 kadar olduğu söyleniyor, sayamadım, google'ın yalancısıyım) çıkmak mümkün. Tabi epey zaman alıyor, zaten acele etmeye de gerek yok, zira çıkarken de kayanın kendisi ve etraf görülmeye değer manzaralar sunuyor insana. Yukarı çıkınca esen rüzgar Sri Lanka'nın günlerdir bizi sırılsıklam eden sıcağının üzerine o kadar güzel geliyor ki, hiç inmek istemiyoruz aşağı.


Bazı kısımlarda yürümek cesaret gerektiriyor

Sigiriya'nın üzerinden etrafa bakış

Golden Temple
Lâkin yollar uzun, gitmek gerek çok vakit kaybetmeden. O gün içerisinde şehre inip bir de Golden Temple'ı gezmeyi planlıyoruz. Geldiğimiz yolları kullanarak geri dönüyoruz Dambulla'ya. Ve ayağımızın tozuyla Golden Temple'a gidiyoruz. Esasen bir hayli ünlü bir tapınak bu, ve Dambulla'nın merkezinde sayılır, fakat fazla yeni ve yapay göründüğünden Sigiriya'dan sonra hiç çekilmiyor. Biraz takılıp ayrılıyoruz. Sıradaki adresimiz serin tepeleriyle, pirinç teraslarıyla ünlü Nuwara Eliya. Malesef oraya gitmek için önce Kandy'ye gelmemiz gerekiyor. Aynı kabus dolu yolculuğu tekrar yapacağız yani çaresi yok. Zevk almaya bakacağız artık. Geceyi tekrar Dambulla'da geçiriyoruz, bu kez daha az yorgun, daha kendinden emin, yolculuğun keyfini artık iyice vazgeçer vaziyetteyiz. Sri Lanka'da ulaştığımız en kuzey noktada, küçük bir şehirde, Dambulla'da, konaklayan nadir turistlerdeniz, ve bazen durup düşünüyoruz da... evet evet, ciddi ciddi Sri Lanka'dayız..

5. Gün (Dambulla  Nuwara Eliya)

Bugün çok erken uyandık.. ki bir an evvel bu sıcak diyarlardan kurtulup kendimizi serin dağ havasına, Nuwara Eliya'nın buz gibi kollarına bırakalım. Yine önce Dambulla'dan Matale'ye, oradan da bir miktar bekledikten sonra Kandy'ye geçiyoruz. İlginç bir yer Kandy, daha iki gün önce bir festivaline katıldığımız Kandy, bu kez bir başkasına hazırlanıyor. Anlaşılan burada festivaller hiç bitmiyor. Lâkin bu kez kalacak vaktimiz yok. Hazır batı tarzı restoranlar bulmuşken burada 2 gündür bisküvi, ananas dışında bir şey görmeyen midemize küçük çaplı bir bayram yaşatıp otobüslerin toplanma alanına doğru gidiyoruz (yok buraya otogar dememekte kararlıyım). Vakit öğleye yaklaştı. Otobüs alanında Nuwara Eliya'ya giden minibüs-otobüs arası araçları bulmak zor olmuyor, çünkü muavin hiç durmadan sürekli Nuwara Eliya Nuwara Eliya diyor. Öyle hızlı söylüyor ki bu deyiş "nuwareliyanuwareliya..." şeklinde nefesinin bittiği noktaya kadar yuvarlanıyor. Otobüslerin üzerinde A/C yazısı var. Gözlerimize inanamıyoruz, ama içeri girince anlıyoruz ki gerçekten klimalı. Bulunmaz fırsat, hemen yerleşip hareket saatini bekliyoruz, şehirlerarası otobüs doğru, ama dolunca kalkıyor. Yine son derece dolambaçlı, tozlu, topraklı, bol hasarlı, çukurlu, uçurumlu yolların ardından akşam üzeri Nuwara Eliya'ya varıyoruz.

Etrafta geniş meralarda salınan atları, lüks villaları, spor yapmak amacıyla koşan bir kaç insanı görünce burasının diğer yerlerden ciddi şekilde ayrıldığını anlıyoruz. Sanki başka bir ülke gibi. Burada yaşayan çok sayıda İngiliz olduğunu okumuştuk, doğruluğu kısa sürede anlaşılıyor. Fazla oyalanmadan kalacak bir yer bulup yerleşiyoruz, diğer yerlerde nasıl sıcaktan korunuruz diye düşünüyorduk, burada gece üşüyecek olmamız mutluluk veriyor.



6. Gün (Nuwara Eliya  Matara)

Doğrusunu isterseniz Nuwara Eliya'da ne yaptın deseniz hatırladığım net bir şey yok. En iyi hatırladığım dağın tepesinde, yemyeşil, sepserin nuhteşem bir yer olduğu, ama öyle görülecek fazlaca bir şey yok. Muhtemelen o serin yeşilliklerin keyfini çıkardık uzun yürüyüşlerle ve öğleden sonra da güneye doğru yola çıktık. Aslında yolculuğa başlarken planımız buradan en doğuya geçip okyanus kenarını izleyerek güneye inmekti, ancak beklenmeyecek uzunluktaki otobüs yolculukları yüzünden doğu kıyısını atlamak zorunda kaldık. Bir sonra varmak istediğimiz yer ülkenin güney ucundaki Matara idi, ancak oraya ne kadar zamanda, hatta kaç günde varacağımız konusunda hiç bir fikrimiz yoktu. Buraya kadar çok kısa mesafeleri çok uzun zamanlarda geçtiğimizden ülkenin güneyine inip, orada bir miktar dinlenip, ardından zamanında Colombo'ya varabileceğimize dair ciddi şüpheler vardı içimizde. Bu düşüncelerle yola çıktık. Doğal olarak yine direk bir otobüs hattı yok bu iki şehir arasında. Önce Bandrawela'ya gittik. Ardından bir iki şehirde daha otobüs değiştirdik, gerçekten zorlu yolculuklardı. Artık otobüs yolculuklarının detaylarını anlatmıyorum, kimisinde yer bulup oturduk, kimisinde saatlerce ayakta kaldık. Kalabalıkta para toplayan muavinin o sıcakta o sıkışıklıkta sürekli herkesi ezerek koridorda bir öne bir arkaya gidip gelmesini anlatmadım mesela. İstisnasız her otobüste ve kesinlikle hiç durmaksızın çalan aşırı ince sesli Sri Lanka'lı yerel kadın sanatçıların seslendirdiği kulak tırmalayan, hiç bitmeyen müzikleri de anlatmadım. Neyse onlar da bana kalsın.

Dünyaca ünlü Seylan çayı bu topraklarda yetişiyor
Otobüs seyahatleri arasında rastlaştığımız seyyar satıcılar. Bu  fotoğrafı adreslerine göndermeye söz vermiştim, ancak adreslerini yazdığım kağıdı yolculukta kaybettim :( 

Ülkenin güneyine yaklaştıkça dağlar son derece azalıyor, ve otobüs yolculukları daha kısa olmaya başlıyor. Biraz da bu sayede olsa gerek o gece Matara'ya ulaşmayı başardık, ve bulduğumuz bir otele kendimizi attık.

7. Gün (Matara)

Matara, ülkenin en güney ucunda olduğundan 2004 yılında meydana gelen, Endonezya, Sri Lanka, Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede toplam 200bin kişinin ölümüyle sonuçlanan tsunami felaketinden en çok etkilenen yer konumunda Sri Lanka'da. Tsunaminin üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen etkileri, yıkık dökük binalarda olduğu kadar insanların yüzlerinde de hala çok açık bir şekilde görülebiliyor. Kaldığımız otel de örneğin, okyanus kıyısında olduğundan ciddi kayıplar vermiş. Metrelerce yükseklikteki dalgaların vuruşuyla beraber duran saat hala o an ki saati gösteriyor. 

Şehir, okyanus kıyısında olduğundan bulunduğumuz diğer şehirlerden farklı olarak turizminin gelişmiş olduğunu hayal ediyorduk. Ancak, ilginçtir bu ülke bize hep tahminlerimizin aksini yaşattı. Bu şehirde de otelimizin önünde uzanıp giden caaaanım okyanus ve kumsal inek sürülerine hizmet ediyordu.

İneklerin güneşlendiği plajlar
Sahili mesken tutmuş insanlar
Matara'da fazla kalmak anlamlı olmayacaktı. Zaten geziye başlarken görmeyi planladığımız yerleri, milli parklar dışında görmüştük. Bundan sonra amacımız zamanında Colombo'ya ulaşmaktı. Artık zor olmadığının farkındaydık, zira kıyı kesimi içerler kadar dağlık olmadığından, şu an bile başkente yarım gün uzaklıktaydık. O yüzden bu zorlu yolculuğun ardından kendimize bir ödül verelim dedik, ve Matara-Colombo arasında, yani yolumuzun üzerinde olan şehirlerde turistik otel aradık. Amacımız 1-2 gün güneşlenmek, yüzmek, dinlenmekti. Sri Lanka'nın sürprizlerle dolu olduğunu söylemişmiydik? :) Tek derdimiz bu (malesef) fakir ülkede çok pahalı olmayan bir otel bulmaktı. Bu zor olmamalı di mi? Zor oldu! İnternetten baktığımız otellerin fiyatları dudak uçuklatan cinstendi. İstediğimiz yerlerde geceliği 1000 dolardan aşağı otel bulamıyorduk. Anlaşılan bu Sri Lanka, batılı milyonerlerin favori mekanlarından. Bunu burada öğreniyoruz. Net olarak görünen bir şey daha var ki bu da yerli halkın bu gelirden hiç bir şekilde pay almadığı. Uzun uğraşlar neticesinde sahilde geceliği 2 kişi için 65 liraya (dolar mıydı yoksa?) yer bulabiliyoruz. Buraya gelene kadar hep 6-7 liraya kaldığımızdan çok koydu elbet, ama ne yapalım, biraz keyif bizim de hakkımız artık.

Sonraki durağımızda yerimizi de ayarladıktan sonra, akşam için bir şeyler yapalım dedik. Matara büyük bir şehir olduğundan, bir restoranda yemek yemek istiyorduk. Zira günlerdir ananas ve bisküviden başka birşey geçmemişti boğazımızdan. Oteldeki görevli şehrin restoranlar, eğlence mekanlarıyla dolu bölgesini tarif etti. Hemen bi tuktuka atlayıp oraya gittik, saat akşam 9 sularıydı ve şehrin en gözde semtinde bizden başka inler bir de cinler vardı. Zifiri karanlığı aydınlatan bir kaç açık restoran var, onların da hiçbirinde müşteri yoktu. Yok, pardon, bir tanesinde bir masada yaşlı bir adam oturuyordu. Biz de sahil kenarındaki bu yere oturalım dedik. 1 kişi 1 kişidir. Oturur oturmaz masadaki yaşlı adam bizi masasına davet etti, meğer oranın sahibiymiş. Burada da müşteri yokmuş yani :) Neyse, biz oturduk adamın masasına, hiç müşteri olmasa da etrafta en az 5 tane garson vardı. Yaşlı adamın ilginç bir görüntüsü, karizması mevcut. Mesela, otururken sağ elini arkaya uzattığında hemen oradaki bir garson eline sigara, ateş, veya bitmişse viski koyuyordu. Görünüş tam bir mafya babası gibiydi yani. Ne yemek var diye sorduk, dedi ki burada da var ama gelin ben sizi evime götüreyim. Evet, yerel bir eve girmeyi, yerel lezzetlerden tatmayı isteriz. Biraz çekinerek de olsa bu ilginç teklifi kabul etmeyi düşünüyorduk ki, bu hizmetin paralı olduğunu öğrendik. Evinde yiyeceğimiz yemeğe para verecektik, gidiş geliş için de bir ücret talep ediyordu. Elbette gitmedik, tahmin edebileceğiniz üzere orada da bir şey yemedik. Ancak uzun süre sohbet ettik, dünya siyaseti, Sri Lanka'nın yeri, dinler, tanrı, kadınlar, hepsinden bahsettik. Fikirleri olağanüstü değişikti. Burada anlatmam imkansız tabi. Ayrıldığımızda vakit gece yarısını geçmişti. Bizi kendisi bıraktı arabasıyla, ücret almadı sanırım. (Aldı mı la yoksa?)

8. Gün

Matara'da kahvaltı ve biraz çevre gezintisinin ardından otobüsle istirahat mekanımıza doğru yola çıktı. Yaklaşık 3-4 saat kadar bir yolculuktan sonra otelimize vardık, zaten kıyıdan giden yol üzerinde olduğundan tam önünde indik, hiç yer aramadık, ne mutluluk Tanrım. Oteller bu kadar pahalı olduğuna göre popüler, ve dolayısıyla kalabalık olmalılar öyle değil mi? Değil. Bu otelde bizden başka bir Rus anne ve kızı kalıyordu. Başka da kimse yoktu koca otelde. Günü daha çok havuzda geçirdik. Hava güneşli, güzel havuzda yüzerken birden sağanak yağış başlayıveriyor, ve "aa yağmur mu yağıyor" derken şezlongda ıslanan kitabını hatırlayıp koşturuyorsun, bu sık sık oluyor. Akşam yemeği otelde, elbette balık. Bir de düğün var otelimizde akşam, ilginç, yerel kıyafetler içinde insanlar, çocuklar. Malesef Ankara'nın Bağları çalmıyor, o yüzden de bizi açmıyor :)


9. Gün

Oteldeki son günümüzde kayıkla çevre gezisi yapalım dedik. Geziye çıkmadan önce, bir çok vahşi hayvan göreceğimiz söylense de, gördüklerimiz değişik kuşlar, ve monitör dedikleri dev iguana benzeri yaratıklardan başka bir şey değildi. Bizim sandala yaklaşan bir başka sandaldaki adam kutunun için yavru timsah çıkardı, elbette ücreti karşılığı. Timsahı elime aldım, heyecanlı bir andı. Tutarken sağa sola uzatıyor başını ve kuyruğunu. Düşmesin diye sıkıyorsun, o zaman da canı acıdığından iyice saldırgan oluyor, neyse çok tutmadım, verdim sahibine.


Vahşi doğadaki sandal gezimizin ardından günün kalanını okyanus kenarında, palmiye ağaçlarının altında, sincaplarla oynayarak, güneşin, denizin tadını çıkararak geçirdik. 

10. Gün (Colombo)

Ertesi gün erkenden çıkarak Colombo'ya bir kaç saatlik otobüs yolculuğuyla rahat bir şekilde ulaştık. Uçağımız bu akşam. Yalnız hiç sormuyorsunuz Önder'in valiz n'oldu diye? 

Güzel bi hikaye bu da kısaca anlatıyım. Hatırlarsanız ilk kaybolduğunda Kandy'deki adresimizi bırakmıştık buraya gönderin diye. Ancak Kandy'de 1 gece kalınca, arayıp göndermeyin, tutun, biz Colombo'ya dönünce alacağız dedik. Onlar da her gün Önder'i arayıp Kandy'ye gönderiyoruz değil mi diye sordular, telefonda soğuk terler dökerek Önder, her seferinde onlara hayır göndermeyin dedi. Bu böylece günlerce sürdükten sonra en son artık Colombo'ya gelince hemen havaalanına koştuk, uçak saatimize daha zaman olduğundan bizi içeri almadılar. Bu da ilginç bir uygulama. Uçuşunuz yoksa, veya varsa da 2 saat içinde değilse havaalanının dışında beklemek zorundasınız. Neyse Önder elindeki valiz tutanağını gösterip girdi. Bir süre sonra görevliyle dışarı çıktı, beni görünce durumu anlattı. Bütün uğraşlarımıza rağmen yine de valizi göndermişler. Ancak bir umut belki postaneden çıkmamıştır diye postaneye doğru gidiyorlardı. Beraber postaneye gittik, bu kez şans yardım etti bize ve valizi postanede yakaladık. Derin bir nefes aldık ikimiz de. Koca geziyi valizsiz tamamlayan Önder'i bir kez daha tebrik etmek gerek. Kolay değil. 

Bir yolculuk da böyle bitti. Bizim için en güzellerindendi. En doğallarındandı. En yerellerindendi. Hiddetle tavsiye ederiz. Görüşmek dileğiyle.. 

0 yorum :

Yorum Gönder

Her hakkı saklı olup, izinsiz içerik kullanımı yasaktır.. Blogger tarafından desteklenmektedir.